Aşağıdaki yazı 13 Mayıs 2015’te yazıldı. Bir yılı aşkın süredir düzenlenip yayınlanmayı beklerken, geçen gün yazım hatalarını düzeltmeden yanlışlıkla yayınlamışız. Birkaç düzenleme yapıp son haline getirdik:
===============================
Çiftliğimiz, çiftlik evimiz ufukta göründü. Yol, su, çit, arazi hazırlığı tamam gibi. Evimizin de temelini de atmak üzereyiz. Başarabilir miyiz bilmiyorum ama bu yaz sebze üretmek için çalışıyoruz. Biraz olsun durup düşünmenin zamanı – durabilirsek…
Yola çıkarken düşlediğimiz gibi, gerçekten de “ekolojik” bir çiftlik, bir ev, bir üretim alanı oluşturabilecek miyiz? Yoksa bu alanı oluştururken, burada yaşayıp üretirken çevreye, doğaya, ekolojik döngülere zarar mı vereceğiz?
Çiftçiliğin içinde, hangi ölçekte olursa olsun, sadece yaşatmak ve büyütmek yok. Öldürme de var. Hasat/kesim bir yana, istediğimiz canlıları yaşatmak ve çoğaltmak için pek çok başka canlıyı yok etmemiz veya alandan uzaklaştırmamız gerekiyor. En basitinden, bir sıra sebze ekmek için toprağı kazdığımızda onlarca böceği, yüzlerce otu, belki milyonlarca mikroorganizmayı yok ediyor veya yerinden ediyoruz. Yabani otları yolmamız, “zararlı” böcekleri, köstebekleri, fareleri yok etmemiz veya kaçırmamız gerekebiliyor. Sistemik kimyasallarla ve toprağa yoğun müdahalelerle yapılan konvansiyonel veya endüstriyel tarımdan söz etmiyorum; bunlar ekolojik-organik-doğal tarımın içinde de var.
Arazi hazırlığı, altyapı ve bina yapımı aşamalarında doğal yapılara ve canlılara verilen zararlar daha da büyük boyutlarda. Son haftalarda arazimizdeki çalışmalarda (göletin genişletilmesi, yolun açılması, tarlanın sürülmesi ) bu hasarları üzülerek gözlemledim. Kepçe çalışması sırasında onlarca çalı ve bir miktar genç ağaç kökünden söküldü. Hem bizim, hem de kısıtlı zamanlarda zar zor araziye getirdiğimiz kepçecinin işleri çok yoğundu ve bir yandan da zamana karşı yarıştık. Çoğu durumda zengin yüzey toprağını kenara ayırmaya zaman bile bulamadık. Aşağıda kökünden sökülmüş bir karaçalı görüyorsunuz.
Arazideki tarlaların, geçen yıl da bir kez sürülmüş olan toplam 3 dönüm toprağın üzerinde, sürülmeden önce çeşit çeşit otlar, çiçekler, bunların üzerinde ve dibinde renk renk böcekler, taşların altında örümcekler, karıncalar, kırkayaklar, çıyanlar ve adını sanını bilmediğim yüzlerce canlı vardı. Bilmem kaç beygir gücündeki koca bir traktör hepsini birkaç saat içinde yok etti, böceklerin yuvalarını başlarına yıktı. Sonunda da hedeflendiği gibi, sebze yetiştirmek için uygun bir toprak oluştu:
Arazi ve ev hazırlıklarımızda başka “sevimsizlikler” de var: Polietilen su boruları, plastik damla sulama ekipmanı, sera naylonu, plastik viyoller, gölet tabanına su sızdırmaz EPDM membran, müstakbel evimizin eli kulağındaki beton temeli, domuzları ve otlayan hayvanları uzak tutmak için tel örgü çit…
Bir yandan da sezgilerimiz, bilgilerimiz ve gözlemlerimiz, orta ve uzun vadede doğanın lehine işler yaptığımız söylüyor bize. Bunu görmek için önce kırsal alanlardaki toprağın, arazilerin durumuna bir bakmakta yarar var.
Köylerin çevresindeki arazilerde, orman tabanları dışındaki pek çok alanda toprak “hasta” diyebileceğimiz ölçüde doğal halinden uzaklaşmış durumda. Yüzlerce yıllık süreç içinde, ormanlar ve ağaçlık alanlar insan baskısıyla iyice azalmış. Bu da toprağın humusa dönüşecek malzemelerden (yapraklar, yabani hayvanların dışkıları ve artıkları) mahrum kalmasına neden olmuş. Bu topraklar tarımsal amaçlar için kullanılmasa bile dış etkenlerin (güneş, rüzgar, doğal ve yapay yüklerin oluşturduğu sıkışma vs.) hasarlarına açık hale gelmiş. Son 50 yılın yaygın tarımsal uygulamaları (traktörle yapılan toprak hazırlığı, derin sürüm, ilaçlı ve yapay gübreli tarım uygulamaları) da verimli toprakları hem sıkıştırmış, hem de canlılığını alıp götürmüş. Büyük hayvan sürülerinin (keçi, koyun, sığır) yoğun ve bilinçsiz otlaması da ayrı bir etken. Şu anda köylerin çevresindeki büyük çaplı dairelerde, kimyasal kirlilik olmasa bile, topraklar çoğunlukla sıkışık, çıplak, organik madde yönünden fakir.
Bilinçsiz otlatmanın ve insan faaliyetlerinin toprak üzerindeki etkisini, açık arazilerle çitlerle kapalı bahçeleri karşılaştırdığınızda kolaylıkla görürsünüz. Veya Ayaş-Güdül-Beypazarı civarının 50-60 yıl öncesinin fotoğraflarını (çıplak tepeler ve düzlükler) şimdiki durumla karşılaştırdığınızda da fark görürsünüz: İnsan baskısının giderek azalmasıyla ormanlaşma yeniden başlamış haldedir. Veya dikenli ve sık dokulu çalıların dibine baktığınızda, otlayan hayvanların dişlerinden kaçabilen bitkilerin oluşturduğu cümbüşü fark edersiniz:
Veya, toprağı sıkışık halde olan bir araziyi bir kez sürdükten -toprağı gevşettikten- sonra öncesiyle ve çevresiyle karşılaştırdığınızda, ortaya çıkan bitki ve böcek zenginliği karşısında şaşırabilirsiniz.
Aşırı ve bilinçsiz otlatmadan korunan, ağaçlar ve çalılar barındıran, toprağın ezilmediği ve korunduğu alanlar yaşama yer açar, daha fazla canlı, daha sağlıklı doğal döngüler ortaya çıkar. İnsanın içinde olduğu bir habitatta ve çevresinde zengin bir biyolojik çeşitlilik var olabilir. Bir evin her cephesi farklı bitkilere ve böceklere uygun mikro şartlar sağlar. Bazı bitkiler ve hayvanlar insana yakın yerlerde yaşamayı sever. Bitkilerden örnek verirsek: sinirliot, ebegümeci, madımak, mayıs papatyası… Onarıcı tarımla, ekolojik tasarımlarla, toprağı gerektiğinde bir kez derin sürüp sonra bir daha sürülmesini gerektirmeyecek şekilde korursak, çıplak bırakmazsak, aşırı veya yanlış otlatma yapmazsak, arazimiz ne kadar küçük olursa olsun yaban yaşamı için müdahale edilmeyen alanlar bırakırsak (Permakültür 5. zon) doğaya zararımız olmaz, yararımız olur.
Gölet tabanında kullandığımız su geçirmez malzeme (EPDM) için ekolojik ayak izi en düşük ve en uzun ömürlü olanı seçtik. Bu malzeme suyu verimli kullanmamızı sağlayacak, ileride de doğal hayat için de habitat oluşturacak bir gölet yapmamıza imkan verecek.
İnsanın insanla ve doğayla uyumlu halde, bütün potansiyelini gerçekleştirmesine imkan verecek yerleşkelerin ve toplulukların mümkün olduğuna inanıyoruz. Kültür ile doğanın, birey ile toplumun, maddi ile manevinin çelişmeden bir arada var olabileceğini biliyoruz. Şimdilik biraz polietilen, biraz EPDM, biraz beton ve çitler pahasına, bu uyuma daha yakın bir yaşam alanı oluşturmaya çalışıyoruz. Tıpkı ekonomik alandaki çalışmalarımız gibi; biraz zaman kargo, ambalaj, kimi zaman uzak mesafelere satış pahasına bir takas ve dayanışma ekonomisine geçiş yapma niyetimiz gibi.
Belki bir gün zihinlerimiz, toplumsal ve ekonomik yapımız, birbirimizle ve doğayla ilişki kurma şeklimiz dönüşüm geçirdiğinde, derelerimiz kaynağından denize kadar kendi mecralarında, tertemiz akar. Evlerimizi, köylerimizi, plastik borulara ve yapay tabanlı göletlere ihtiyaç duymadan, suya ve bereketli topraklara kolayca erişebilecek yerlerde yaparız. Kullandığımız malzemeler doğaya karışır, denize ulaşır ve ve tekrar kaynaklarına döner. Çok mu zor? Şu anda ekolojik bir yaşam alanı ve sağlıklı insan ilişkileri kurmak için verdiğimiz çabayla karşılaştırınca, belki de çok kolay.
Bu çelişkinin bir de daha özel olanı var. Yavaşlayalım derken daha hızlanmak, huzur bulalım derken yorulmak, gerilmek. Gerçi trafikten, kalabalıktan ve genelgeçer medyadan uzak olmak, bir günün bir diğerine benzememesi, istediğimiz şeyler için çalışmak çok güzel. Ama koşturmak… Günlük, olağan işlerin yanında çiftlik altyapısı, üretim, paketleme, kargo, ödeme takibi… Anı yaşamak isterken gelecekten beklentilere, umutlara bel bağlamak… Araziye su getirmek için bin bir dereden (fiziksel, toplumsal, ekonomik) su getirmek. Bir de gelecekteki ihtimaller, belki HES, belki baraj, belki endüstriyel tavuk çiftliği, belki büyük konvansiyonel tarım alanları.
Yine de ufukta bir ev, bir bahçe, bir bostan, bahçede oynayan çocuklar, hasadı paylaşan dostlar, sofra başı sohbetleri, akşam demleri.. Ahmet Hamdi’nin dediği gibi her şeyin yerli yerinde olduğunu idrak edeceğimiz saatler.
Her şey yerli yerinde
Her şey yerli yerinde; havuz başında servi
Bir dolap gıcırdıyor uzaklarda durmadan,
Eşya aksetmiş gibi tılsımlı bir uykudan,
Sarmaşıklar ve böcek sesleri sarmış evi
Her şey yerli yerinde; masa, sürahi, bardak,
Serpilen aydınlıkta dalların arasından
Büyülenmiş bir ceylan gibi bakıyor zaman
Sessizlik dökülüyor bir yerde yaprak yaprak.
Biliyorum gölgede senin uyuduğunu
Bir deniz mağarası kadar kuytu ve serin
Hazların aleminde yumulmuş kirpiklerin
Yüzünde bir tebessüm bu ağır öğle sonu.
Belki rüyalarındır bu taze açmış güller,
Bu yumuşak aydınlık dalların tepesinde,
Bitmeyen aşk türküsü kumruların sesinde,
Rüyası ömrümüzün çünkü eşyaya siner.
Her şey yerli yerinde; bir dolap uzaklarda
Azapta bir ruh gibi gıcırdıyor durmadan,
Bir şeyler hatırlıyor belki maceramızdan
Kuru güz yaprakları uçuşuyor rüzgarda.