Ben Kır Çocukları’ndan Ceyhan. Uzun yıllardır doğayla barışık üretim ve yaşam biçimlerine uyumlanmaya, topluluklar içinde yer almaya ve toplulukların güçlenmesine katkı vermeye çalışıyorum. Tabi ki bir fedakarlık olarak değil, kendi mutluluğum için. Çevremde ve başka yerlerde güzel gelişmeler oldukça seviniyorum. Ama bazen şevkim kırılıyor, zorlanıyorum. Birlikte hareket etmekte, bir şeyler yapmakta ve zorlukları aşmakta çok eksiğimiz olduğunu görüyorum. Elbette bir düzeyde her şey yolunda; evren dediğimiz koca topluluğun içinde her zaman olmamız gereken yerdeyiz. Dertlerimiz insani düzlemde.
Bu yazım, küçük dünyamdaki kişisel deneyimlerime dayanıyor olsa da, kişilere yönelik bir sitem değil. Daha çok, içinde yaşadığım ve içimde yaşattığım toplumun kültürel kodlarına dair bir feryat. Tek tek insanlar olarak hepimizin yaşamında zorluklar, bireysel sınırlarımız, zaaflarımız var, bunlara ancak anlayış gösterebiliriz. Ayrıca çevremde buradaki genel tespitlerime istisna olan çok sayıda insan var. Topluluklar halinde giriştiğimiz işler kötüye gidiyor diye de yazmıyorum bunları. Bilakis, bahara girmeden bile bir dolu hareketimiz var. Belki de işlerimiz yoğunlaşmadan, birbirimize içimizi dökmek için iyi zamanlar bunlar.
Derdim özellikle şehirli kültürümüzle ilgili. Büyük çoğunluğumuzu kuşatan kültür. Çerçeveleri ve kuralları belli olan bir kültür. Uğraşıp didinip bir “iş” bulmuşsak, kafamızı fazla yormaya, hayatta kalmak için risk almamıza gerek yok. Kimseyle fazla yüz göz olmamız beklenmiyor. Uygun davranışlarımızın karşılığında küçümsenemeyecek bir RAHATLIK ve KOLAYLIK sunuluyor bize. Bize para veriliyor. Biz de bununla marketlerde, mağazalarda, eğlence merkezlerinde, kültür-sanat faaliyetlerinde birçok ihtiyacımızı kolayca karşılayabiliyoruz. Süpermarketler bu sistemin hem temel araçları hem de ana metaforu: Seç, öde, çık git. İş hayatında da, dışarıda da insani çatışma riskleri minimize edilmiş. Ama en küçük iş yerinden devlet düzeyine kadar, bir sorun yaşandığında, ‘yetkilendirilmiş’ kişilerin dediği oluyor. Ceza, bastırma, yıldırma ile sorunlar ‘çözülüyor’.
Şehirler: büyük çetelerin insan çiftlikleri. Metafor değil, gerçek anlamda. Yüksek verim için tasarlanmış modern çiftliklerdeki sığırlar gibiyiz. Dağda taşta gezip yorulup yemeğini aramak, yabanın tehlikelerinden kaçınmak, gerekirse boynuzlaşarak uzlaşmak gibi zahmetlere girmeye gerek yok. Yemeği suyu önüne gelen, yaşamak için risk alması gerekmeyen sığırlar gibiyiz. Yakında onlar gibi, yavru yapmak için çiftleşme zahmetine bile girmemiz gerekmeyecek. Çocukluktan bu kültürde yetişiyoruz, çocuklarımızı da bu kültürde yetiştiriyoruz.
Bize sunulan yapay çevre gibi, çevremizdeki insanların da öngörülebilir olmalarını istiyoruz. İnsanların, kendi değerlerimiz sandığımız ahlaki normlara göre davranmalarını bekliyoruz. Çelişkilere, çatışmalara, ‘olumsuz’ duyguların ifadesine, yanımızdakilerin duygusal iniş çıkışlarına alışık değiliz. Yanlış yapanı, eksiği, kusuru olanı hemen yargılıyoruz, etiketliyoruz, dedikodu malzemesi yapıyoruz, mahkum ediyoruz. Tabi hakim kültür bu olunca, hepimiz çok korkuyoruz: Yanlış yapmaktan, çelişmekten, kavgadan, eleştirilmekten, canımızın acımasından. Dürüst değil nazik olmaya çalışıyoruz. Risk almıyoruz. Alanı da kollamıyoruz, yanında durmuyoruz. Dayanışmanın zorluğundansa sürüde olmanın güvenliğini tercih ediyoruz.
En önemlisi de, ortaya bir sorun çıktığında, bir tatsızlık olduğunda, “buna birlikte bakalım, öğrenelim, beraber değişelim, yürümeye devam edelim” diyemiyoruz. Rahatsız oluyoruz, küsüyoruz, arkamızı dönüyoruz, kaçınıyoruz, iletişimi kesiyoruz. Sonra yine dar dünyalarımıza ve bizi avutacak hazlara yöneliyoruz. Bireyci damgasını da yememek gerekiyor ya, toplumsal-ekolojik imajlarla veya ideolojik mesajlarla toplum içindeki varlığımızı sürdürmeye çalışıyoruz. Kimimiz simülasyonlara dönüyor, kurs ve atölyelerde kontrollü deneyimlere ve oyunlara bağımlı oluyoruz. Bazılarımız da içimize dönüyoruz. İçimize dönmekle elbette iyi yapıyoruz, ama bazen içimizle dışımızın bir olduğunu unutuyoruz. İnsanı biyolojik ve psikolojik düzeylere indirgiyoruz, gerçek canlı varlığımızın bireysel bedenlerde değil toplumda olduğunu unutuyoruz. Sosyal ekolojimizi yoluna koyamamışken dünyanın, doğanın haline çözümler bulmayı umuyoruz.
Hakikat ile aramız bozuk. Bütünsel ve çevresel düşünmekten kaçıyoruz. Dünya ile barışık değiliz, gücün doğasını anlayamıyoruz. Gücü baskı ve zulüm ile özdeşleştirdiğimiz için birliktelikten gelen gücün güzelliğini ve yaşamsal önemini göremiyoruz. Doğal olarak, topluluk olamıyoruz. Ortak yapılar, sözleşmeler, çerçeveler oluşturamıyoruz. Oluştursak da bunlara uymuyoruz, hatta bazen uymamayı erdem sayıyoruz. Biz yapamadıkça da “dışımızdaki” yapılarda, hatta iyi bir şeyler yapmaya çalışanlarda kabahat buluyoruz, onları birbirimize şikayet ediyoruz.
Bunları sadece entelektüel tespit veya şikayet 🙂 olarak söylemiyorum. Çuvaldızı “bize” batırıyorum, zira ben de bu kalıplardan – ve göremediğim nicelerinden – azat değilim.
Yazdıklarımın mutlak doğru ve eksiksiz olduklarını da düşünmüyorum. Sadece bunları ifade etmeye ihtiyacım var. Belki yaşamıma, yaşamımıza olumlu etkileri olur diye. Belki ortak değerleri ve amaçları paylaştığım, sevdiğim insanlarla bu meseleleri konuşmamıza vesile olur, belki dünyada veya benim algımda bir şeyler değişir diye.